13/08/2018 / Anakronik Mecmua / Latin harflerine aktaran: Hüseyin Kıyak,
Nuri Şeyda Bey, 19. yüzyılın sonlarında müzikle ilgili yazdığı makalelerle, özellikle Rauf Yekta Bey’le girdiği polemiklerle tanınmış bir musikişinastır. Onun İkdam gazetesinde “Musahabe: Sanayi-i Nefise 5” başlığı altında Dede Efendi hakkında yazdığı makalesini yeni harflere aktararak ilgililerin dikkatine sunarız:
“Musahabe: Sanayi-i Nefise 5”, İkdam, 16 Ağustos, 1898, s. 3-4.
Nuri Şeyda
Derviş İsmail yahut Dede Efendi eâzım-ı piş ü ayan-ı fenn-i musiki [musiki ilminin önde gelen büyüklerinden] ve halka-be-gûşân-ı tarikat-ı aliyye-i Mevleviden [yüce Mevlevi tarikatının kölelerinden] Hamamizade Derviş İsmail Dede Efendi, on ikinci asr-ı hicri evâhirine [sonlarına] doğru Dersaadet’te mehd-ârâ-yı tulû olmuştur [doğmuştur]. Pederi kibar-ı müderrisînden [seçkin müderrislerden], aslı Arnavut cinsinden idi. Eyyam-ı sebâveti [çocukluk günleri] naz ü naîm ile mürûr ettiği [bollukla geçtiği] gibi pederinin irtihalinde [ölümünde] de eline cesimce [yüklüce] bir servet kalmıştı.
“Musahabe: Sanayi-i Nefise 5”, İkdam, 16 Ağustos, 1898, s. 3-4.
Mütemevvilîn-i erbâb-ı şebâbın [genç zenginlerin] samimi muhiplerinden olan bir alay kâse-lisan ve eclâf [kâse yalayıcı ve serseriler], her nasılsa Hamamizade’nin de etrafını pervane gibi tavaf ettiklerinden birkaç sene zarfında elinde, avcunda bulunan nukud-ı vefîre [servet] mahv ve telef olduktan sonra peder-mânde [babadan kalma] hamam dahi pazar-ı bey’ ü fürûhta [satışa] çıkarılmıştı. Hamamizade hamamsız da kaldıktan sonra artık kendisini toplayıp bir mesleğe sahip olması iktiza eder [gerekir] iken bilakis dalmış olduğu âlem-i zevk ü sefahatin [zevk ve sefa âleminin] terennümat-ı şevk-efzâsına [şevk artırıcı nağmelerine] bir kat daha germî [hareket] vermiş, bu uğurda elindeki haneyi de satıp ihtiyar validesi, bir de dadısı ile Ayasofya civarında küçük bir kira hanesine iltica etmişti [sığınmıştı].
Erbab-ı fazl ü dehanın aliü’l-kesr [meziyet ve deha sahiplerinin çoğunlukla] böyle müthiş tahvilata [değişikliğe] duçar olduktan sonra meydana çıkmasındaki şive-i takdire bir türlü akıl ermez. İşte Dede Efendi merhum dahi bu felaketlere duçar olduktan sonra meydana çıkıp cevher-i feyz ü istidadı [yetenek ve marifetinin cevheri] nakkad-ı dehr [devrinin eleştirmenleri] elinde dolaşmaya başlamış, bir küçük şarkı Hammamizade sefîhini [israfçısını] Dede Efendi mevki-i muhteremine i’lâ eylemiştir [saygı değer mertebesine yükseltmiştir].
Yeis-i zaruret [maddi sıkıntı] mertebe-i kusvâya müntehî [son noktasına ulaşıp], kîsesi tehî [kesesi boş] olduğu halde refikasından bir gûne muavenete mazhar olamamasına mebnî [yardım göremediği için] ne yapacağını şaşırmış, birkaç gün perişan surette gezip tozduktan sonra validesine bile haber vermeden doğruca Yenikapı Mevlevihanesi’ne bi’l-iltica [sığınarak] çile doldurmaya girmiştir.
Mevlevihaneye dehâlet etmezden [girmezden] biraz mukaddem [önce] yadigâr-ı sefahat olarak bestelemiş olduğu “Zülfündedir benim baht-ı siyâhım” nam Buselik şarkısı büyük küçük herkesin lisanına düşmüş, hatta Enderun-ı hümayun çavuşları vasıtasıyla o eser-i nefis [o nefis eser] huzur-ı hümayunda [padişah huzurunda] dahi okunup takdir-i âlîye [yüce takdire] mazhar olmakla müessiri [eserin sahibi] tenezzülen [alçakgönüllülük gösterilerek] cüstücû ettirilmiştir.[aratılmıştır]
Mevlevihaneye tereddüt [devam] etmekle “derviş” sıfatını ahz eden [alan] biçare İsmail’in hariçte cereyan eden vukuattan malumatı yok a… Çünkü kendisi çilehanede… Hariçte kendini arayanların mevlevihane keyfiyetinden [işinden] haberi olmadığı gibi, validesi oğlunun ne tarafta olduğundan bihaber bulunmakla nihayet araya araya Derviş İsmail’i çilehaneden çıktığı gün mevlevihanede bulurlar.
Derviş İsmail, başında külah-ı Mevlevi, kalb-i mahzununda bin türlü emeller, ümitler muhtefî [gizli] olduğu halde beynü’l-havf ve’r-reca [korku ile ümit arasında] huzur-ı hümayunda teessür-i kalp ile [gönülleri etkileyen bir şekilde] okumuş olduğu sâlifü’z-zikr [bahsi geçen] şarkı, cidden misli az bulunur musanna [sanatlı] bir eser olmakla mahzûziyyet-i seniyyeyi mucip olduğundan [padişahın hoşuna gittiğinden] fevka’l-me’mûl [umulmadık bir şekilde] tahsin ve taltif buyurularak [beğenilip takdir edilerek] atâyâ-yı vefîre-i ihsanıyla [birçok hediyeyle] kalb-i naşadı [kederli gönlü] ihya, daha doğrusu o gevher-pare-i deha [mücevher parçası kadar değerli deha], mahzun bulunduğu gencîne-i hafâdan [sakladığı gizli hazineden] alınıp eşi’a-i sâtıası [yükselen ışıkları] zamanımıza kadar leme’ân etmek [parlamak] üzere layık olduğu mevkie i’lâ buyuruldu [yükseltildi].
İşte Hammamizade Derviş İsmail’in Dede Efendi olmasına sebep bu vakadır. Bundan sonra mesleğinde ferîd [eşsiz] olup şayeste [layık] bulunduğu iltifat ve ihtiramı hâl-i hayatında [yaşadığı devirde] görerek, bilahare şebeke-i Resulullah’a [peygamberin kafesine] yüz sürmek şerefine de nail olarak 1261 tarihinde Hicaz’da rehrev-i semt-i beka [ebediyet semtine yolcu] oldu. Rahmetullâh-i telala [Allah rahmet eylesin].
***
Efendi-i müşarünileyh [adı geçen efendi] pederinin eyyam-ı hayatında [sağlığında], sudûr-i izâmdan [seçkin kimselerden biri olan] Uncuzade Mehmed Efendi merhumdan meşk etmiş, alâ-rivayetin [söylentiye göre] hafıza-i metininde [sağlam hafızasında] bini mütecaviz [binden fazla] fasıl mevcut imiş. Hocaları merhum Mehmed Efendi’den beş on refikiyle beraber meşke devam ettikleri sırada şayeste-i kayd ü tezkâr [kaydedip hatırlatmaya değer] bir vaka zuhur etmiştir ki Dede’nin musikide olan ihata-i külliyesini kemâ-hiye hakkuhâ [hakkıyla] ispat edeceği cihetle unutulmasını tecvîz edemedik [unutulmasına razı olamadık].
Sazkâr faslı meşk olunduğu sırada Tabî merhumun “Hemîşe dilde sühân elde sâz kârımdır” nam zencir bestesinin meyanı, her nasılsa hocalarının hatırından çıkmış, zavallı ihtiyar müddet-i medide [uzun süre] bulmaya çalışmış ise de muvaffak olamamış olduğundan şakirtlerine hitaben,
“Çocuklar! Ben bu meyanı bulamadım. Başkalarında olmadığından da eminim. Hepiniz artık kırkar, ellişer fasıllık adam oldunuz. Bu bestenin meyanını cümleniz ayrı ayrı besteleyiniz. Hanginizin eseri muvafık düşerse bilittifak [beraberce] onu kabul ve meşk edelim,” der.
Ertesi meşkte hepsi, yapmış oldukları meyanı okurlar. Sıra İsmail’e gelip de meyana başlar başlamaz, asıl meyan bestesi hocanın hatırına gelir. Bittabi Tabî’nin asıl eski meyanını meşk ederler. Makamın seyr ü hareketini hakkıyla takdir, zemini nazar-ı dikkate alıp meyanı ona hüsn-i tevfîk etmesi [güzelce yakıştırması] üstadı nazarında İsmail’in kadrini i’lâ etmekle [yüceltmekle] hemen o gün musikiden kendisine icazet verir. Zehî kurre-i mümeyyize [ne güzel bir ayırt edici özellik]
Efendi-i müşarünileyhin bize yadigâr bırakmış olduğu âsâr-ı nefise, gerek kesreti, gerek sanat ve letafeti cihetiyle millî musikimizi hakikaten ihya ettiği gibi adam yetiştirmek hususunda da eslafına, ahlafına cidden takaddüm etmiştir [gerİde bırakmıştır].
Halka-i talim-i üstadanesinde [eğitim halkasında] içtima eden [toplanan] erbab-ı heves [hevesliler] lâ yuad velâ yuhsâ [sayısız] olduğu gibi bunlar meyanında iktidar-ı namlarıyla [güçlerinin ünüyle] teferrüd edip [sivrilip] hüviyetleri ileride mevzu-i bahis olması mukarrer olan Dellalzade Hacı İsmail, Enderuni Haşim Bey, Eyyubi Nota Mehmed Bey, Zekâi Dede Efendi ve sair hüner-mendân [hünerliler] dahi yüzlerce âsâr-ı nefise ithafına muvaffak olduklarından bunların cümlesine esas olan sahib-i tercümenin muvaffakiyet-i harikuladesi, ulviyet-i mertebesi [yüksek mevkii] herhalde nazar-ı şükran ile takdir ve telakkiye şayandır.
Üstad-ı müşarünileyhin [adı geçen üstadın] kâr, ayin-i şerif, ilahiyat, nuut [naatlar], beste, semai, şarkiyat gibi âsâr-ı kesîre ü metrukesini [ardında kalan birçok eserini] birer birer mevki-i tetkik ve muhakemeye çekmek, bu husus için adeta iki üç büyük cilt yazmak demektir. Zira yetmiş, seksen makamın hemen kâffesinde [tümünde] mevcut bin beş yüzü mütecaviz [aşkın] âsâr-ı muhalledenin [kalıcı eserlerin] kolayca nakil ve beyanı, bilhusus [özellikle] onların tetkik ve muhakemesi şimdilik kabil değildir.
Bunlar ileride mufassalan [ayrıntılı olarak] derc ve neşr olunarak erbab-ı fen ile istişare ve mübahase edileceği zamana terk olunup ancak müşarünileyh hakkında bir fikr-i mahsus verebilmek ümniyesiyle [umuduyla] bazı eserlerini arz ile onlara dair mütalaât-ı kasıranemizi [acizane görüşlerimizi] beyan edeceğiz.
*
Musiki denilen fen-i cemil [güzel ilim], sırf ruhani bir şey olmakla müteallikat [ilgili] ve mahsusatı [varlığı] dahi tabii manevidir. Zaman olur ki insan bir hissin tesiriyle öyle nağmeler icat ve ihtira eder ki tatbik olunmuş olsa makamat-ı mevcudenin [var olan makamların] hiçbirine benzemez. İşte o nağmeleri bir yere toplayıp da fasıl haline irca etmek [getirmek] lazımdır ki yeni bir makale meydana gelmiş olsun.
Fen-i musikinin devre-i kemali [olgun zamanı] olup meydana çıkan her bir eserin haset, gıpta, rekabet, ünsiyet, iftihar vesaire gibi bin türlü infialat-ı beşeriye [insani kırgınlıklar] ile mûşikâfâne [titizlikle] tetkik olunduğu bir zamanda bir makamı ihtira ve onu tahkim ve tarsin [sağlamlaştırma] için icap eden kâr, beste vesaire gibi beyyinât-ı katıayı [kesin delilleri] meydana koymak ne büyük bir iktidara tevakkuf ettiğini insan sathî bir mülahaza ile takdir eder.
Dede, böyle bir devre-i kemalde, hicazbuselik, sababuselik, evcbuselik, hisarbuselik, sultaniyegâh makamlarını ihtira ve cümlesini de redd ü cerh [reddetip çürüterek] kabul etmez birer beyyine-i katıa [kesin delil] olmak üzere kendi kârları, besteleri ile tahkim ve tezyin eylemiştir [kuvvetlendirmiş ve sülemiştir].
Bundan başka Kömürcüzade Hafız Efendi ile müştereken “neveser” nam makamı da meydana çıkarmış, teceddüt-perverliği [yenilikçiliği], iktidarı, sanatı seyretmeli ki kadim “nihavend” takımlarını zamanında mehcûr [unutulmuş] bir halde bıraktırıp bunların o eski tantana ve dârâtını [heybetini], “neveser”deki “Nasıl edâ bilir ol dilber-fedâ-yı görün” nam zencir bestesiyle kayd ü bend ederek sicn-i nisyana [unutma zindanına] atıvermiştir!
Evet, o darbedir ki “nihavend” gibi bir metin makamın latif, güzel bestelerini nazar-ı iltifattan düşürerek elli sene sonra nesyen mensiyyen [büsbütün unutulmak] hükmüne götürmüş, bilahare merhum Hacı Faik Bey, Hacı Arif Bey, Tanburi Ali Efendi gibi esâtizeyi [üstatları] müştereken yeniden bir nihavend faslı tertibine mecbur etmiştir. İşte Dede’nin o müthiş sadmesiyledir [darbesiyledir] ki, makamın “buselik”e olan meyl-i tabiisinden [alışılmış olan meylinden] istifade ederek “hisarbuselik”i meydana koymakla sırf “hisar” makam-ı rakikini [ince makamını] bugün ma’dûm [yok] haline koymuştur…
Müşarünileyh, fenni tahrip etmemek şartıyla âlem-i musikiyi [musiki dünyasını] temelinden sarsmış, Osmanlı musikisinin ne derecelere kadar müstaid-i îtilâ [yükselmeye layık] olduğunu âsâr-ı müteaddidesiyle [birçok eseriyle] ispat ederek müteahhirînin [kendinde sonrakilerin] dide-i irfanını [bilincini] açmış ise de efsûs [ne yazık] ki selefinin [kendinden öncekilerin] adem-i müsaadesine mebni [müsaadesi olmadığından] işi bilfiil görmeye muvaffak olamayarak bu hizmeti ahlafına [sonraki nesillere] terk ile gözü açık gitmiştir. Ne faydası var ki kendisinden sonra gelenler dava-yı teferrüde [kişisel meselelere] düştükleri gibi Kırım Muharebesi’nden sonra Avrupa tarz-ı musikisi de medeniyetiyle beraber mülkümüzde taammüm etmesiyle [yayılmasıyla] Avrupa usul ve ahengini kabul etmek yahut bir himmet-i müşkil bir endâzâne ile tarz-ı atiki [eski usulü] tecdit ve tevsi edip [yenileyip yayarak] ihya eylemek beyninde mütereddit kalan erbab-ı fen, bir şeye karar vermeyerek işi cereyan-ı tabiisine [doğal seyrine] bırakmak gibi hurûcu [ayıklaması] müşkil bir girîve-i sakime [çıkmaza] düşmüşlerdir. İşte bizim musikinin mebde-i inhitâtı [gerileme sebebi]!
Mesela müşarünileyh, Tanzimat-ı hayriye ilanından sonra Avrupa ile vukua gelen münasebat-ı haseneden intihâz-ı fırsatla [iyi ilişkilerden yararlanarak] Türklerin sırf alafrangası demek olan “sultaniyegâh” makamını, faslını ortaya koymuş, daha birtakım nev-usul, nadide şarkılar çıkararak kendisinden sonra tutulacak mesleğin medhalini [girişini] açıp “harmonie” denilen aheng-i asvâta [ses ahengine] –fakat nakıs [eksik]– bir mukaddime tertip etmişti.
İşte “Yine bir gül-nihâl aldı bu gönlümü, sîm ten gonca fem pek küçük pek güzel” nam rast şarkı, Dede’nin alafrangaya taklit edilmiş eserinden başka bir şey değildir. Fakat dikkat etmeli ki nagamât, öz malımız olduğu halde şarkının yalnız seyir ve tarzı bigânedir. Bir Türk güzelini alafranga giydirmek gibi!.. Nasıl teessüf olunmasın ki merhum-i müşarünileyhin açtığı çığır, ıslah ve tevsî edileceğine [düzenlenip yayılacağına] vefatından on iki sene sonra, hayfa on iki sene bir şey yapılmadan beyhude geçtikten sonra meydana çıka çıka “Koç bilezik koç yüzük bel de nazik of of, ben yârimden ayrıldım bana da yazık of!” gibi ne nagamât-ı milliyeye [milli nağmelere] benzeyen, ne de Avrupa usul ve ahengine tatbik kabul eden birtakım muzahrafât [süprüntü] meydana çıkmıştır.
Her ne hal ise, bu mütalaatın uzun uzadı bast ve temhîdi [anlatılması] zamanı bu zaman olmadığı, bilhusus tafsilat-ı mukteziyenin [gerekli ayrıntının] kemâ yenbaği [gerektiği gibi] arz ve beyanına bu sütunlar mütehammil olamayacağı cihetle bunları atiye talik ederek [gelecek zamana erteleyerek] sadede gelelim.
Müşarünileyhin Mesleği
Yukarıdan beri izah ve beyan olunduğu vechle Dede Efendi merhumun meslek-i mahsusu teceddütten ve bir kimsenin eserine ıktifa be-iftikar etmeyip [uymaya ihtiyaç duymayarak] vadi-i fesihü’l-anhâ-yı egânîde istediği gibi pûyân olmaktan [koşmaktan] ibaret idi. Zaten öyle bir müceddid-i fen [teknik yenilikçi], öyle bir dâhi-i zîşân [şanlı dâhi] meslekler ihtiraına [ekoller yaratmaya] muktedir iken mesâlik-i saireye [diğer tarzlara] etbaa [uymaya] neden mecbur olsun?
Sırf “buselik” ile “hisarbuselik”te, “rast”ta, “ferahfeza”da, “acem”de ve makamât-ı sairede [diğer makamlarda] vücuda getirdiği “kâr”lar, meslek-i kadim-i musikinin [eski musiki tarzının] birer enmûzec-i bedii [güzel örneği] olduğu halde “şeddiaraban”da “Fer verdi yine dehre bu nev sûr-ı meserret” ve “evc”de “Ebrûlerinin zahmı nnihândır ciğerimde” ve “ısfahan”da “Âşık olalı sen yâre gönül” ve daha sair makamlardaki metin şarkılarında, usul değiştirmek gibi o zamana kadar görülmedik yenilikler, hep o üstad-ı muhteremin me’âsir-i bediasındandır [güzel eserlerindendir].
Hatta “mahur” makamında merhume ve mağfûre Dilhayat’ın “Tâ-be-key sînemde cây etmek cefâ vü kîneye” nam beste-i meşhurunu takriren [ifade ederek] yine aynı makamda “Ey gonca-dehen hâr-ı elem cânıma geçti” bestesinin terennümünde otuz iki darplık koca usul-i “hafif”in tavr-ı mahsusunu [özel seyrini] tebdil ile [değiştirerek] sofyan mezellesine [basitliğine] indirmiş, fakat hiss-i tevfik ile elhak büyük bir maharet göstermiştir.
Kendi zamanına gelinceye kadar “zencir” tabir olunan usul, hâlâ müstamel olduğu üzere “çifte düyek, çenber, fahte, devr-i kebir, berefşân” gibi beş usulden mürekkep olduğu halde aheng-i şiir olan musikide nagamâtın seyr-i tabiisini [doğal seyrini] bozmamak, letafetine halel vermemek için “hüzzam”daki, “Gören fütâde olur hüsn-i bî-bahânesine” bestesinde son “berefşan” usulü yerine yine “devr-i kebir” usulünü istimal etmiştir! Nazar-ı tetkik [inceleme gözüyle] ile mütalaa buyrulur ise filhakika mezkûr bestede “berefşân” kullanılsa nagamâtın letafet-i tabiiyesi [doğal güzelliği] sekteye duçar olacağı anlaşılır. Bu fıkra kendisinin ne mühim, ne mümeyyiz bir zat olduğunu izah ve ispata kifayet eder zannederim.
Âsârı [eserleri]
İşte cem ve tedvîninden ziyade mücmelen [özetle] arz ve beyanı müşkül bir madde!.. Yalnız zikr-i esâmisi [isimlerini saymak] bir koca cildin metnine sermaye-i iftihar olacak âsâr-ı nefisesini [nefis eserlerini] bir sütunda cem etmek pek güçtür.
Şu halde, müşarünileyhin âsâr-ı sairesini [diğer eserlerini] beğenmemek gibi bir had nâşinaslığı [had bilmezlik] kabul edemeyeceğimi evvela arz ve ifhâm ederek tekmil fasıllarını, bir de âcizlerince en müntahap şarkılarını zîver-i sütun etmekle iktifa edeceğim. Bunları li-ecli’t-takdir istima [dinlemeyi] arzu buyuranlar, zamanımız meşâhîr-i sazendegânına [meşhur sazendelerine] müracaatla talep edebilirler. Eğer bulamazlar ise piyasa sazlarının ne rütbe yavan olduklarını kendileri de benim gibi maatteessüf takdir buyururlar.
“Rast, rast-ı cedid, suznâk, hicazbuselik, hisarbuselik, evcbuselik, sababuselik, bestenigâr, ırak, acemaşiran, ferahfeza, sultaniyegâh” makamlarının bazısında ayrıca “kâr” dahi bulunmak üzere ikişer “beste”, ikişer “semai” lüzumu miktar şarkiyattan müteşekkil tekmil fasıl. Makamât-ı mütedavilenin [kullanılmakta olan makamların] hemen kâffesinde [tümünde] laakal [en azından] bir beste, iki semai yahut bir kâr, iki beste, müteaddit şarkiyatı vardır. “İlahiyat, nuut, ayin-i şerif” kısımları bu tadat olunanlardan [sayılanlardan] hariçtir.
Müşarünileyhin bais-i izz ü rifatı [yükselmesine sebep] olan “Zülfündedir benim baht-ı siyâhım” nam “buselik” şarkısıyla,
“Nühüft” “Ey serv-i nâz-ı nevresim”
“Hüzzam” “Derdimin dermânı sensin ey perî”
“Hicaz” “Ben bilmedim bana n’oldu”
“Ferahfeza” “El benim-çün seni sarmış biliyor”
“Gülizar” “Rehâ bulmadım zülfün telinden”
şarkıları fevkalade musanna [sanatlı], mükellef olmalarıyla beraber o derece tabii, o kadar ruh-nüvâzdır [ruh okşayıcıdır] ki güzel sesini ahenge hüsn-i tatbik edecek [uyduracak] kadar sahib-i meleke [beceri sahibi] olan bir zat tarafından istima olunduğu [dinlendiği] zaman insan, ruhunun şu hâk-i sefele-perverden mücerretle [sefilleri besleyen dünyadan ayrılarak] yüksele yüksele âlem-i illiyine [en yükseklere] doğru pür-küşâ-yı îtilâ olduğunu [yükseldiğini], ismet-i ruhundan [namuslu ruhundan] mütevellit [doğan] bir esir-i mukaddes [kutsal bir cevher] içinde tayerân ettiğini [uçtuğunu] kıyas eyler…
Ne diyeyim? Bu eserlerdeki nağmeler, o terane-i ruhanidirler [ruhani nağmelerdir] ki onu işiten ruh, onda kesb-i saffet edeceğinden [temizleneceğinden] tanini [tınısı] hafızada payidar oldukça mail-i maddiyat [maddiyata meyil] olamaz!..