22/03/2019 / Anakronik Mecmua,
Katkıda bulunanlar: Ezgi Coşkunpınar, Çağla Güdenoğlu, Ahmet Yağmur Kucur, Elif Küpeli, Rabia Şevval Öden, Miltiadis Pappas, Betül Sinoğlu, İremnur Yaşar
Telsiz, Sayı 13, 22 Eylül 1927, s. 6. (Yazının sahibi tespit edilememiştir)
Muhlis Sabahaddin Bey’le Mülakat
Derler ki ızdırap insanları birbirlerine yaklaştıran en kuvvetli âmildir. Bugün postahanenin beşinci katına yorgun adalelerimi eski bir zenberek gibi zorlayarak tırmanırken bu söze inandım. Tıraşı uzamış, çantası sol omuzunu yirmibeş derecelik bir zaviye ile aşağı çekmiş bir posta müvezzii ile yan yana idik.
“Tam 93 ayaktır beyim!” diyordu.” Sultan Selim minaresi bundan yedi ayak noksandır.”
Dördüncü katta birbirimize o kadar ısındık ki hemen oracıkta kol kola girip merdivenin basamağına oturuverecek halde idik. Fakat ta yukarıdan ve derinden gelen ve merdivenleri dolduran bir ses şelalesi beni kamçıladı.
“Eyvallah hazret!” deyip fırladım.
“Vay! Vay! Vay! Burası telsiz telefon şirketi değil, Babil Kulesi. Bir dokun bin ah dinle kâse-i fağfûrdan!”
Burada duvarların içinden, tavanın köşelerinden, yazıhanelerin gözlerinden, pencerelerin aralıklarından, her yerden bin türlü sesler çıkıyor. Hatta veznenin sarı pirinç parmaklıkları Orfeus’un liri gibi ihtizazlar içinde inliyor, dipteki kasa eski bir org gibi sanki homurdanıyordu.
Bu garip ve son derece modern musiki içinde şaşırmış bir halde Muhlis Sabahattin Bey’i sordum. Gösterdiler. Yavaş yavaş ihtiyatla, adeta korka korka ilerledim. Üstat hararetli mükalemeye dalmıştı. Enerjik sesiyle, yüzünün bütün çizgileri ve kollarının kuvvetli hareketleriyle konuşuyordu. Karşısında oturan Mesud Cemil Bey biraz sinirli gözüküyordu. Konuştukları ne idi bilmiyorum. Fakat Mesud Cemil Bey müştekî bir tavırla soruyordu:
“Peki a canım efendim, niçin şimdiye kadar yazılmadı bunlar, kısmen niçin basılmadı?”
Muhlis Sabahattin Bey yüzünde tatlı ve feylesofane bir tebessümle hafifçe omuzlarını kaldırarak ve ellerini açarak kendisini müdafaa ediyor:
“Ne yapayım, a iki gözüm, vaktim yok ki, vaktim yok ki…” Burada odanın köşesindeki masanın üzerinde kemençesine yeni bir tel takmakla meşgul olan Ruşen Ferid [Kam] Bey dayanamadı. Muhlis Bey’e döndü. Ve cebinden bir saat camı çıkararak üstadın monoklunu takliden gözüne yerleştirdi. Ve tıpkı onun gibi omuzlarını kaldırarak, ellerini açarak taklidini yaptı:
“Ne ya-pa-yım, a iki gözüm! Vak-tim yok ki!” Gülüştüler. Ben ilerledim ve gülerek kendisinden rica ettim:
“Affediniz Muhlis Beyefendi” dedim, “Bu çok az ve kıymetli olan vaktinizden birazını da bana lütfeder misiniz?” Benim orada mevcudiyetime dikkat etmeyen musikişinaslar birdenbire hayret ettiler ve sonra yine gülüştüler. Muhlis Sabahattin Bey yine o feylesofane tebessümüyle monoklunu gözüne yerleştirerek:
“Hay hay a iki gözüm beyim!” dedi. “Benim vaktim yalnız, eserlerimi besteledikten sonra yazmak ve tebyiz etmek hususunda pek kıttır. Yoksa sizinle görüşmek için istediğiniz kadar vaktim var.”
Mesud Cemil Bey iskemlesini bana vermişti. Üstadın uzattığı cigarayı ateşlerken eserleri yazmak meselesine zihnim takılmıştı. Bunu sordum. Muhlis Sabahattin Bey:
“Efendim” dedi. “Ben eserlerimi ansızın gelen bir hamle ile hiç düşünmeden ve notasını yazmak için vakit sarfına lüzum görmeden çabucak bestelerim. İtiraf edeyim ki eserlerimin hepsinde bir kadın tesiri vardır ve bundan dolayı kafamdan ziyade kalbimle yaptığım eserleri bestelerken kalemi kağıdı aklıma getiremem. Fakat hafıza-i musikiyyem çok kuvvetli olduğu için bunları sonra, tamam olunca ve lüzum olduğu vakit alelacele yazarım. Ve ekseriya yazdığım yerde de kalır. Tekrar başka bir memlekette lazım olursa yine yeniden yazarım.”
Mesele anlaşılmıştı. Fakat, şimdi sanatkâra hayatının en ince teferruatına kadar sualler sormak için sabırsızlanıyordum. Klasik sırayı muhafaza ederek ilk eserini ve bestekârlığa hangi saiklerle başladığını sordum. Birdenbire derunileşen sanatkâr dudaklarını birbirine yapıştırdı, birçok rengarenk hatıraların uzaklıklarına dalan gözlerini kıstı ve biraz düşündükten sonra cevap verdi:
“Bu çok garip olmuştur iki gözüm beyim!” dedi, “Sanatla hiç münasebeti olmayan işlerden, politikacılıktan, gürültülerden, tabancalardan, kurşunlardan velhasıl binbir macera ve sergüzeşt dolu bir hayattan sonra bestekârlık çok gariptir. Gerçi onbir yaşımdan beri musikiyle meşguldum ve daima onu da politika kadar sevmiştim. Fakat Harb-i Umumi’den az evvel İttihat ve Terakki hükûmeti beni hudut haricine çıkarmıştı. Sonra bir aff-ı hususiyle affedilerek evimde ikamete memur edildim, işte o zamandan itibaren esaslı surette bestekârlıkla meşgul olmaya başladım ve ‘Hilâl-i Ahmer Çiçeği’ revüsünü yazdım. Mamafih…”
Burada yine durdu ve yine uzak bir hatıraya dalarak heyecanla ilave etti:
“Mamafih ilk eserim onbir yaşında iken yaptığım bir şarkıdır. Altunizade mektebinde bir kız sevmiştim. Bu aşkın heyecanlarıyla: “Etme eza, etme cefa, aşıkınım ben senin” diye başlayan bir şarkı yazmış ve bestelemiştim. Sonra bazıları çok popüler olan birçok şarkılarımdan maada onbir tane operet besteledim ki bunların hepsi temsil edilmiştir.
İsimlerini mi istiyorsunuz? Buyrun: Çaresaz, Büyük Ateş, Aşk Ölmez, Zühre, Moda Çılgınları, Veli Baba, Ayşe, Şatırzadeler, Kelebek Zabıt falan filan…”
“Bunlardan hangisini en çok seversiniz?”
“Vallahi beyim! Bunların hepsi başka başka hisler ve heyecanlarla ve başka başka üsluplarda bestelenmiştir. Hasıl oldukları heyecanların mahiyetleri başka başka olduğu için şunu veya bunu daha çok severim diyemem. Fakat mutlaka istiyorsanız diyebilirim ki, en çok ‘Büyük Ateş’i ve ‘Ayşe’yi severim.”
“Üstat son musiki münakaşaları hakkındaki fikrinizi lütfeder misiniz?”
“İki gözüm beyim! Ben musiki ulemasından değilim. Benim bestekârlığım, musikişinaslığım sırf tabiatın sevkiyledir. Ben bir mütehassıs musiki nazariyatçısı gibi beyan-ı mütâlaa edemem. Yalnız kâin bülbül kabilinden bir nâkil-i tabiat sayarsanız beniii… ve ancak bu suretle fikir beyan edebilirim.”
“Memlekette iki cereyan var. Birisi büsbütün garpçı, diğeri büsbütün şarkçı. Ben bi’n-nefs her iki tarafa da muarızım. Mızıka hissiyata hitap eden bir nesnedir.”