28/05/2018 / Genel / Bülent Aksoy,
İki Zeki Müren vardır. Birincisi, 1951 ile 1966 arasındaki on beş yıllık radyo döneminde tanıdığımız Zeki Müren’dir. 1950’lerde doldurduğu 78 devirli plaklar da bu dönemin örnekleridir. İkincisi, radyodan ayrıldıktan sonraki gazino konserlerinde, gene bu yıllarda doldurduğu 45’lik, 33’lük plaklarla kasetlerde gördüğümüz Zeki Müren’dir.
Musıki namına bugün hatırlanması gerekenler ilk döneminin icralarıdır. Onun büyük yeteneğini yansıtan örnekler hep bu dönemde ortaya çıkmıştır. Sonrası elbette malum… Ne var ki, bugün Zeki Müren deyince milyonlarca insanın aklına gelen adam ikinci Zeki Müren’dir. Genç kuşak, yaşı tutmadığı için Zeki Müren’in ilk dönemine yetişememiştir; yaşları tutuyor olsa bile Zeki Müren’in ilk dönem kayıtlarına kayıtsız kalanlar da yok değildir. Ne yazık ki, bugün piyasada satılan albümleri – bir iki istisna ile – Zeki Müren’in 1970’lerin öncesine ulaşamayan kayıtlarıdır.
Bu albümleri dinleyenler Müren’in ilk döneminde nasıl bir sanatçı olduğunu tasavvur bile edemezler. İki Zeki Müren arasında bir uçurum vardır. Şu magazin olayını hatırlamanın yeridir. YeniVenüsadlı bir magazin 1955’te okuyucuları arasında “Zeki Müren mi, Alâeddin Yavaşça mı?” diye lüzumsuz bir anket düzenler. Bu anketi Alâeddin Yavaşça kazanmış; ama bu o kadar önemli değildir; tersi de olabilirdi. Burada dikkat çekici olan şey, “klasikçi” Alâeddin Yavaşça ile Zeki Müren’in kıyaslanabiliyor olmasıdır. Aslında, işgüzarların işi olsa da kıyaslanmasında şaşılacak hiçbir şey yoktu o günlerde. O yılların Zeki Müren’i bir başkaydı çünkü.
Ben onun ilk döneminde nasıl bir ses sanatçısı olduğunu hatırlatmak için, 1999’da iki disklik bir albüm hazırlamıştım (Kalan Müzik, 2002). Bunlar, ilk döneminin Ankara, Istanbul radyosu kayıtlarıydı; çoğu canlı yayın sırasında radyo plaklarına kaydedilmişti. Kalan Müzik daha sonra, Selahattin Pınar – Sadettin Kaynak şarkılarını yayımladı (iki disk). Bir de TRT’nin çıkardığı tek disklik bir albüm vardır (2007). Bu kurumun öteki “arşiv serisi” albümleri gibi bu da radyo bantlarından rastgele toplanmış, vasatın üstüne çıkamayan bir derlemeydi; oysa bunlara gelinceye kadar neler vardı radyo arşivinde… Gene de hiç yoktan iyidir diyebiliriz. Bunlar dışında belki yüzlerce Zeki Müren albümü bulabilirsiniz mağazalarda, ama ne yazık ki hiçbiri 1950’lerin Zeki Müren’ini temsil edemiyor. “Radyo kayıtları” etiketiyle tanıtılanlar bile onun radyo kayıtları değildir. Demek ki, musıki şirketlerini yönetenler de radyo döneminin icralarını bilmiyorlar.
Zeki Müren’in radyo kayıtlarını dinleyince gördüğümüz şey ne? İkinci dönemiyle kıyaslanamayacak bir Müren vardır karşımızda! Daha ilk dinleyişte insanı saran, cana yakın, sımsıcak bir okuyuş… “Okuyuş” değil, “üslup” demeli… Eserden edindiği duyguyu yorumuna yediren ama abartıya asla kaçmayan dengeli bir üslup… Kulak okşayıcı bir Istanbul Türkçesi telaffuzu, nağmeyi güfteyle daha bir güzelleştiren bir diksiyon… Şarkıları adeta en duygulu yerinden yakalayan, besteyi güftesiyle birlikte içimizin en hassas tellerine dokunduran bir ses. Sesi hançereden değil de kalpten geliyormuş gibidir. Sesin sıcaklığı onun üslubunda başlıbaşına bir değer olmuştur. Hissederek okumak her musıki türünde icraya bambaşka güzellikler kazandırır, ama bizim musıkide daha bir tesirli olur, icraya yeni bir yorumun tazeliğini aşılar. O kadar ki, musıki birikimi daha geniş olan ama seslendirdiği eserlerle daha “mesafeli” olan icracılarda pek bulamadığımız bir şeyin eksikliğini de hissettirir…
Bahsettiğimiz musıkide duygunun payı büyüktür ama, icrada duygu abartılırsa, bayağılık başlar. Radyolar o dönemin piyasasındaki, kendini salıveren, başıboş, savruk icraya belirli bir disiplin getirmek istemiş; bu savrukluğa son vermek isterken kendi katı standartlarını koymuştu. “Radyo standartları” bu yüzden, gerek canlı, hareketli, gerekse duygulu icrayı ağır, kuru, donuk, bir “ciddiyet” uğruna kimi zaman kösteklemiş, ama duygunun payı dengeli bir biçimde ortaya çıktığı zaman da engellememiştir. İşte Zeki Müren’in radyodaki üslubu bu ikinci kümeye giriyordu. Radyoda hep disiplinlidir, hattâ biraz fazlaca disiplinli… Aynı yıllarda doldurduğu taş plaklarla radyonun reklam programlarında daha canlı, daha enerjik, daha revnaklıdır.[1] Zeki Müren’in bütün bu icralarını dinleyiniz, hiçbirinde radyo sonrası üslubu bulamazsanız. Bu yüzdendir ki, onu o yıllarda dinleyenler bu üsluba kayıtsız kalamamışlardı.
Bu Zeki Müren’e sadece duygulu bir sanatçı deyip geçmek de mümkün değil. Şarkı söylemesini bilene “şarkıcı” denir; Zeki Müren bizde küçümsenerek telaffuz edilen bu kelimeyi asıl anlamıyla hak etmiş bir şarkı söyleme ustasıydı. Perdeleri hep yerindedir, ahenk hiçbir zaman kaybolmaz. Tizleri de pestleri de güçlüdür. Bu durum ona zihnindeki yorumu nağmeye rahatça uygulama imkânı vermiştir. Bir tekniği vardır. Şarkıların “meyan” kesitlerinde tizlere çıkarken hiç zorlanmaz, zor meyanlardaki zorluğu pürüzsüz bir çıkışla, dinleyiciye hissettirmeden rahatça yener. Pestleri belki daha da tesirlidir. Sözgelimi, rast makamında bir şarkı okurken üst seslerden rast (sol) perdesine inişinin, hele daha da aşağıya, yegâh (re) perdesine inişinin tadına doyum olmaz.
Sık sık tekrarlandığı gibi, onun okuyuşunda güftenin her kelimesi, her hecesi anlaşılabilir. Ama şunu özellikle vurgulamak gerek: Zeki Müren şarkı güfteleri üzerinde ayrıca çalışmış bir sanatçıydı. Bestenin değerini güftesiyle bütünleştirmek isterdi hep. Güftenin her kelimesini, her hecesini divan şiirindeki ses değerleriyle ezgilendirir; söz gelimi, “beyhude”yi “bîhûde”; “niçin”i “niçün” diye okur. Istanbul Türkçesinde iki k sesi vardır: kaf, kef. “Şevk”, “zevk” kelimelerindeki k, kalındır, kaf’tır. Zeki Müren kaf’ı hiçbir zaman kef gibi okumaz. Bir başka örnek: “rûyâ” kelimesindeki u sesi tipiktir; Zeki Müren bu kelimeyi gündelik dilde olduğu gibi “rüya” diye okumaya da razı olmaz. Daha bunlar gibi nice telaffuz inceliği… Daha önemlisi, prozodide çok titizdir. Kimi şarkıların bestesindeki prozodi bozukluğunu düzeltir. Bazı şarkıların nağmesinde kısa (açık) heceye kısa süreli notalar verilmesi gerekirken uzayan notalar verilmiştir. Zeki Müren böyle şarkılarda güftedeki kısa heceyi kısa notayla okur, şarkıda uzun olan o sesi bir sonraki heceye bindirerek nağmeyi bozmadan besteyi düzeltirdi. Bunu birçok icrasında görürsünüz (bu uygulama Safiye Ayla’da da vardır). Prozodide çok iddialıdır; öyle ki, şunu da söylemiştir: “Münir Nurettin üstadımız çok büyüktür. (…) Fakat maalesef prozodide iyi değil.”[2]
Kısacası, radyo programlarında seslendirdiği her eser üzerinde titizlikle çalıştığı bellidir. Söylediği şarkıların pek çoğunda bir yorum “tasarrufu” vardı; sezgisiyle, zevkiyle şarkıya pek yakışan nüanslar koyardı. Bütün bu meziyetlerine rağmen Zeki Müren’in radyo kayıtlarına kayıtsız kalabilen bazı musıkişinas tanıdıklarım sözünü ettiğim albümü çıkardığım için beni eleştirmişlerdi. Zeki Müren’in ilk dönemini de bilen kimileri bu albümü çıkarmamı “ciddiyet” adına yanlış bulmuşlardı. Onlara göre, Zeki Müren musıkimizi sömürmüş, musıki davamıza ihanet etmiş biriydi. Onları şikâyet etmek için yazmıyorum bu satırları; biliyorum ki, musıki camiasında böyle düşününlerin sayısı hiç de az değildir. Niyetim, sadece bir olguya parmak basmak, sanat değerlendirmelerinde olması gerekeni hatırlatmak burada.
Bir an için diyelim ki, böyle kimseler doğruyu söylüyor, Zeki Müren bu musıkiyi sömürmüştür. Bu bile, bir sanatçının bir zamanlar tattırdığı güzellikleri unutturmanın gerekçesi olamaz. Bir sanatçının yaptıklarının yüzde doksanı olumsuz, sadece yüzde onu olumlu olsa bile, sanata saygısı olan bir kimse o yüzde onu önemser, hatırlar, hatırlatır. Türkiye’nin musıki ortamında bir yanda, musıkinin kendisiylemeşgul olan; bir yanda da musıkinin lobisiyle, politikasıyla meşgul olanlar vardır. Ne yazık ki, sadece musıkide değil, sanatın öteki dallarında da sanatın lobisiyle meşgul olanlar zihinleri hep bulandırır.
Bu durum, aslında, geçmişe hep 1970 sonrasından bakışın da bir sonucudur. Oysa radyonun “radyo” olduğu günlerde Ankara, Istanbul radyolarında görevli olanların, Zeki Müren’e sazlarıyla eşlik edenlerin o yıllardaki görüşleri, izlenimleri çok başkadır…
1950’de Istanbul radyosunun açtığı sınavı 186 kişi arasından birincilikle kazanmıştı Zeki Müren; sınav kurulu Veli Kanık, Cevdet Çağla, Refik – Fahire Fersan, Yorgo Bacanos, Baki Süha Ediboğlu’dan kuruluydu. 1951’de Perihan Sözeri’nin bir programına gelmemesi üzerine, Cevdet Çağla ile Refik Fersan, Perihan Sözeri gibi bir assolistin yerine Zeki Müren’i çıkarmayı göze almışlar… O günlerde hiç kimsenin tanımadığı Zeki Müren’in Perihan Sözeri’nin yerini doldurabileceğinden kaygılanan radyo müdürü Zahir Türemtekin’e Cevdet Çağla, “Ben onu dinledim müdür bey, bildiğiniz gibi değil. Gayet güzel bir sesi var, çok da güzel okuyor,” diye güvence vermişti.[3] Bundan sonra, radyoların bütün seçkin sazendeleri ona eşlik etmeye başlamışlardır; Sadi Işılay’dan Hakkı Derman’a, Şükrü Tunar’a; İzzettin Ökte’den Necdet Yaşar’la Niyazi Sayın’a; Vecihe Daryal’dan Fikret Kutluğ’a, Nevzat Sumer’e kadar…
1999-2000 ve 2000-2001 yayın döneminde Açık Radyo’da arkadaşım Ersu Pekin’le birlikte “Radyo Anıları” konulu bir dizi programımız olmuştu. İki yıl süren bu haftalık programlarda Ankara, Istanbul radyolarında idareci, musıkici, teknik eleman olarak görev almış kırk üç kişiyle yüz on dört saat süren mülakatlarımız yayımlanmıştı. Orada Zeki Müren hakkında sorduğumuz sorulara aldığımız cevaplar son derece müsbetti. 1950’li yıllarda Istanbul radyosunda müdür olan Nevzat Atlığ, “Zeki Müren radyodayken çok ciddiydi”; kendisine sazıyla birçok programda eşlik eden udî bestekâr Rüştü Eriç, “Zeki Müren’in o güzel programlarının kayıtlarını bir bulabilsem, hiçbir kaydı yok bende”; ses mühendisi Yüksel Doğru, “Herkesten önce radyoya gelir, okuyacağı eserleri prova ederdi,” demişlerdi. Zeki Müren’in bestelediği bazı şarkıları Sadi Işılay’ın bestelediği yolunda bir dedikodu vardı. Devlet radyolarının en kıdemli musıkicilerinden Melahat Pars’a 2001’de sormuştum, “Hayır,” demişti, “Zeki Müren çok kabiliyetli bir çocuktu; bunu söyleyenler onu çekemeyenlerdir”
Demek istediğim, radyonun o günlerinde Zeki Müren hakkında kimsenin olumsuz bir izlenimi yoktu. Onun hakkında olumsuz görüşler hep 1970 sonrasının görüşleridir. Bu görüşte olanlar, Müren’in parlak dönemini unutturmak, böylece onu cezalandırmak isterler.
Fakat bu son dönemde de Zeki Müren’in hakkını cesurca teslim eden bir musıkici çıktı. Cinuçen Tanrıkorur’un yazdığı çok güzel bir değerlendirme yazısının bir bölümünü burada anmak isterim:
“İnanılması güç de olsa, Refik Fersan, Hakkı Derman, Sadi Işılay vd. merhum büyüklerimiz gibi fakîr de Zeki Müren’in takdirkârlarındandır. İlk dönemdeki radyo icralarınınsa gerçekten hayranıyım. Elimde Ankara Radyosunda (…) okuduğu (…) dört ayrı programın bantları var. Bu programlardaki gerek ses, gerek saz icrası her türlü takdirin üstünde, doyumsuz bir zevk, üslûp ve şarkı söyleme dersi. Ne kadar klasikçi olursanız olun, kalbin derinliklerinden gelen bu sımsıcak ses ve maximum anlaşılmayı sağlamak için alfabenin her harfi üzerinde ayrı ayrı titizlikle çalışılmış okuma üslûbu karşısında gözleri dolmayan kişi — hele bir de müzisyense– bizce mahlûktur ama insandan sayılmaz.”[4]
Ne yazık ki, böyle bir sanatçı 1960’ların ikinci yarısında bu mertebeden çok aşağılara iner. Gazino konserleri bir sahne “show”una döner, okuyuşunda “musıki”nin dozu gitgide düşer, abartılı bir okuyuşa yönelir, gün geçtikçe daha çok bozulur, kitschleşir, yokuş aşağı yuvarlanır. 1970’lerin ortasındaki durumu tam bir çöküştür…
Zeki Müren’in bir de bestekârlığı vardır. Orada da iki Zeki Müren görürüz. 1949’da bestelediği “Zehretme hayatı bana cânânım” (acemkürdî), 1950’lerde bestelediği “Şimdi uzaklardasın” (sûznâk), “Gelirsin diye bir gün diye bekledim” (nihavend), “Seni sevmek sana yanmak senin olmak dileğim” (nihavend) gibi şarkılar gerçekten güzel şarkılar; çok sevilen, “Bir demet yasemen”, “Manolyam”, “Beklenen şarkı” gibi şarkıları da kendi türünde “temiz”, hoş, Zeki Müren zarafeti taşıyan parçalardır. Fakat 1960’tan sonra gösterdiği büyük düşüşten bestekârlığı da payını almıştır. Öyle ki, sonunda “Kahır mektubu” ile arabeske de teslim olmuştur.
Evet, iki Zeki Müren var. İkincisi için yazıklanmalı. Ama onun bu iki dönemini mutlaka ayırt etmek gerekir. Bozulmuş bir Zeki Müren’i nasıl sevemiyorsak, onun on beş yıllık radyo döneminin hakkını vermek de sadece dürüstlüğün değil, aynı zamanda musıkiseverliğin bir gereğidir.
*Bu yazıyı Zeki Müren’in ölümünün yirminci yılı dolayısıyla bir musıki dergisinin hazırlayacağı dosyada yayımlanacak diye, 2016 sonbaharında yazmıştım. Fakat o dergi o dosyayı hazırlayamadı, bu metin de elimde kaldı – B. A.
[1] Türkiye’de televizyon yayınlarının henüz başlatılmadığı 1970 öncesinde devlet radyoları, her gün kesintisiz bir buçuk saat süren reklam programları yayımlardı. Reklam şirketleri bu programlarda, zamanın tanınmış şarkıcılarına reklam aralarında şarkı söyletirdi. Daha çok sevilen parçalara yer verilen reklamlarda şarkılar daha serbest bir üslupla okunurdu.
[2](anan) Ergun Hiçyılmaz, Zeki Müren İçin Bir Damet Yasemen – Dargınım Sana Hayat, Kamer Yayınları, Istanbul, 1997, s. 113.
[3] (anan) Hiçyılmaz, a. g. e, s. 40-41.
[4] Cinuçen Tanrıkorur, “Hangi Zeki Müren?” Müzik Kimliğimiz Üzerine Düşünceler, Ötüken Neşriyat, Istanbul, 1998, s. 378-379.