İhsan Özgen için Nekroloji

//İhsan Özgen için Nekroloji

28/01/2021 / Genel / Fikret Karakaya,

İhsan Özgen için Nekroloji

Ruhumda çok derin izler bırakmış büyük, çok büyük bir musiki üstadını kaybettim. Baştan hoşgörünüzü diliyorum: Elbette kalemim ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilemeyecek.

Ben onunla 17 yaşımdayken tanıştım. Ankara Radyosu’nda yaptığı taksimlerle. Kemençe aşkım henüz filizlenmişti. Şimdi hangi soliste yaptığını hatırlamadığım bir hisar-buselik taksim beni allak bullak etmişti. Bu sesi veren alet, bu aleti söyleten el bu sefil dünyadan olamazdı. Daha sonraki hayatım hep bu aletin ve bu elin hükmü altında geçmiştir.

Televizyonda ilk gördüğümde, hiç yabancılık çekmedim. Görmeden taksimlerini dinlerken hayal ettiğim insan oydu. Kemençe ile hiç kimsenin böyle bütünleştiğine şahit olmadım.

İstanbul’a gelir gelmez tanıştığım neyzen Ömer Erdoğdular sayesinde Niyazi Sayın benim de hocam olmuştu. Çünkü onun derste söylediklerini bana aynen aktarırdı. Ömer Abi de kemençe sevdalısıydı. Ben Hadi Usta’ya ısmarladığım kemençenin yapılmasını beklerken o yedi-sekiz kemençe yapmıştı bile. O zaman içimde hiç kemençe yapma isteği uyanmamıştı. Ömer Abi, Niyazi Bey’e benden bahsetmiş. O da ders için Ankara’ya İhsan Özgen’e gitmemizi tavsiye etmiş. Öğrenci bütçesiyle bunu yapamadım maalesef.

1974’ün Haziran’ında Nevzad Atlığ korosunun İTÜ Mustafa Kemal Amfisi’nde verdiği ikinci Festival konserinin ortasında, Niyazi Sayın ve Necdet Yaşar ikilisine İhsan Özgen’in de katılmasıyle oluşan o unutulmaz üçlü 15 dakikalık ilk saz eserleri programını gerçekleştirmişti.[1] Hiç unutmuyorum –çünkü küçük teybimle kaydetmiştim– Kantemiroğlu’na atfedilen Sâzkâr Peşrev’le başlamışlar, Suphi Ezgi’nin Gerdaniye Peşrev’iyle devam etmişler, Dilhayat Kalfa’nın Evcârâ Saz-semâîsi ile bitirmişlerdi. İhsan Özgen’in kemençesinden çıkan sesi, Yılmaz Öztuna’nın deyimiyle «çıldırtıcı güzellikte» olarak tanımlamak yetmezdi. O ses cennetten gelen bir nefes gibi ruhuma doluyor, beni bu dünyadan uzaklaştırıyor, fani ve fena her şeyden arındırıyordu. Evcârâya geçiş taksimindeki, –daha önce duymadığım– nağmeler, egzotik bir meyvenin bayıltıcı aroması gibiydi. O kaydın bulunduğu kaset bir kazaya kurban gidinceye kadar, bu üç eseri ve o ilahî taksimi belki bin defa dinlemiştim.[2]

Konsere giderken, yanıma, Hadi Usta’nın yaklaşık bir ay önce teslim ettiği kemençemi de almıştım. Evcârâ Saz-semâîsi bitip de alkışlar patlayınca yerimden fırlayıp kulise koştum. O mitoloji kahramanına yaklaşıp kemençe öğrenmek istediğimi söyledim ve çıkarıp sazımı gösterdim. Aldı, şöyle bir evirip çevirdikten sonra üç teldeki perdelerin yerini gösterdi. Muhayyere kadar. «Şimdilik bu kadar yeter» dedi.

Bir sonraki yıl, yani 1975’te, üçüncü İstanbul Festivali’nde bu efsanevî üçlü yine, Nevzad Atlığ’ın konserinin orta bölümünde sahneye çıkmış. Ben maalesef o konsere gidemedim. Ama merhum Memduh Cumhur bana kaydını verdi. Bu defa Kul Mehmed’in Hüseynî Peşrev’iyle başlayıp Kûçek Mustafa Dede’nin Bayâtî Âyîni’nden bölümler çalmışlar. Burada da harika taksimler vardı.

1974’ten sonra birkaç yıl onu hiç görmedim. Yeni açılan konservatuarda hocalığa başladığını duyar duymaz Ömer Abi ile Teşvikiye’deki okula koştuk. Niyazi Sayın’ın delaletiyle dersine girdik. Daha sonra pek çok defa onun sınıfında bulundum.[3] Sol elinin kemençe üzerindeki hareketleri hayranlık uyandırıcıydı. Yayı kullanışındaki ustalık söze sığmazdı. Yayı bu kadar ağır tempoyla çekerek bu sesi nasıl çıkardığını bir türlü anlayamıyordum. Onun yanında daima heyecana kapılıyor, ne söyleyeceğimi bilemiyordum.

Konservatuar dışında Fehmi Usta’nın[4] atölyesinde de karşılaşmaya başladık. Çünkü ben iki yılı aşkın bir zaman boyunca haftada bir-iki gün Fehmi Usta’nın atölyesine gitmiş, onun tezgâhında kemençe yapmıştım. İhsan Bey, haftada birkaç kez uğrardı. Yine bir akşam üzeri gelmiş, Fehmi Usta’nın ısmarladığı iki votkalı birayı fındık fıstıkla içtikten sonra, fasılda çalmak üzere Radyo’ya gitmişti.[5]  O gün faslın ortasında yaptığı uzun tahir-buselik taksimi birkaç gün sonra radyoda dinledim ve o sert içkilerden sonra nasıl olup da bu kadar güzel çalabildiğine hayret ettim.

Merhum Adil Akbay, İstanbul’da yüksek kalitede ev kayıtları yapan ilk müzisyenlerdendir. Koca teybini kucaklar, katıldığı musiki meclislerine de götürürdü. Onun makaralarında, Cahit Gözkân’ın, Laika Karabey’in ve avukat Fadıl Bey’in evlerindeki meclislerde kaydedilmiş çok değerli icralar vardır. Adil Bey, Bakırköy’de oturduğu sıralarda bir gün İhsan Özgen ve Fehmi Kılınçer’i de evinde ağırlamış ve onların eşliğinde birkaç eser okuyup kaydetmiş. Bir akşam o kaydı bana dinletti. Salonun ters köşelerine yerleştirilmiş iki dev kolon vardı. Ben, kemençe kaydının daha çok duyulduğu kolona yakındım. Adil Bey Kömürcü-zâde’nin Hüzzam Murabba Beste’sini okuyordu, ama onun sesi diğer kolondan geliyordu daha çok. Ben son derecede sarih olarak kemençenin güfteyi söylediğini duydum ve bir yandan hazla, diğer yandan hayret ve hayranlıkla eridim gittim. O akşamdan sonra aylarca sazıma el süremedim.

İstanbul Radyosu’ndaki yılları için, çok sonra yaptığımız bir söyleşide «Kariyerimde yeni bir dönem başladı ve önümde yeni bir kapı açıldı» demişti. Katıldığı her radyo programında hep onun taksim yapması isteniyordu. O da hiç nazlanmadan, arşivlere bir müstesna taksim daha armağan ediyordu. Bunlardan birkaçını zikretmek isterim: Bekir Sıdkı Sezgin için yaptığı acem-kürdî, muhayyer, bayâtî-araban, Necati Tokyay’ın yönettiği bir saz eseri programında yaptığı ısfahan taksimler antolojilere layıktır. Tek başına yaptığı bir saz eseri programındaki –toplam 10 dakikayı bulan– iki revnak-nümâ taksim, dar bir makamda bile nağme yaratıcılığında sınır tanımadığını gösteren çarpıcı örneklerdir.

İhsan Özgen’i çoğunluk, provadan ve çalışmadan sıkılan, başarısını Allah vergisi yeteneğine borçlu bir müzisyen sanır. Onun 1960’lardaki kayıtlarını dinleyen anlar ki, kemençe çalışındaki o ulaşılmaz lezzeti, sade yetenekle değil, yıllar süren yoğun bir çalışma ile elde etmiştir. Cemil Bey’in taksimlerini ve Münir Bey’in gazelini en hurda ayrıntısına varıncaya kadar taklit edebilmesi, çalışma disiplininin ve azminin yanı sıra, bu iki büyük üstada duyduğu hayranlık ve aşkın da büyüklüğünü gösterir. Hele, Osman Bey’in Uşşak Peşrev’ini ve Haydar Bey’in Pembe Kız Uvertürü’nü Cemil Bey gibi çalışı, hem ayrıntıları kavramaktaki hızına ve dikkatine, hem de Cemil Bey’in tekniğini ve üslubunu erişilmez bir sadakatle aynen kendine maledebildiğine işarettir.

Mutlu Torun’la birlikte yaptığı Rönesans’tan ve Bizden Yorumlar adlı albümdeki Ave Maria’yı ilkin İhsan Özgen’den dinleyince, sonradan büyük çello virtüozu Pierre Fournier’nin çalışını acemice bulmuştum. İhsan Özgen, çaldığı her şeye, başka hiçbir icrada bulunmayan bir tat katıyordu.

1985’te, bir konserde çalmak üzere, bir ses pest akortlu bir kemençesi olup olmadığını sordum. «Var getireyim» dedi. Ertesi gün Konservatuar’a gittim, bahsettiği sazı getirmişti. Eve gidince kutudan çıkarıp çalmaya başladım; eşim mutfaktan gelip «Bu hangi kemençe?» diye hayretle sordu. Fark sadece onun kemençesinin maddî yapısından gelmiyordu. O saz, adeta vücuduma bir enerji yayıyor, çalışımı da değiştiriyordu. Hiç geri vermek istemedim o kemençeyi. Ama bir ay kadar sonra isteyince, götürüp iade ettim çaresiz. Fakat ufkum genişlemişti. İmal ettiğim kemençelerde hep o sesi aradım.

1991’de İTÜ Türk Musikisi Devlet Konservatuarı’nda yüksek lisans öğrencisiyken onun Türk Sazları adlı dersini de seçmiştim. Hiçbir hafta ihmal etmeden derslerini dinledim. İşini ne kadar ciddiye alıyordu. Bütün sazlarımızın tarihçelerini araştırmış. Yaklaşık yedi ay boyunca belli başlı saz üstadlarımızın üsluplarını tahlil etmiş, sazlarımızın benzer Avrupa sazlarıyle mukayesesini yapmıştı. Yalnız ben değil, dersi seçen bütün öğrenciler büyük keyif ve istifadeyle dinlemiştik derslerini.

1999’da, Osmanlı İmparatorluğu’nun 700. kuruluş yıldönümünde, bir dergi Cemil Bey hakkında bir yazı istemişti benden. Bu yazı vesilesiyle, zamanımızın dört büyük Cemil sevdâlısıyle, Niyazi Sayın, Necdet Yaşar, İhsan Özgen ve Cinuçen Tanrıkorur ile birer mülâkat yapmaya karar verdim. Önce Niyazi Sayın’la görüştüm, konuşmaları kaydetmeme izin vermedi ne yazık ki. Diğer üç üstad kayıt yapmama itiraz etmedi. İhsan Bey’le Konservatuar’daki odasında bir saatten fazla konuştuktan sonra, «Haydi Fehmi’nin dükkânına gidelim, orada devam edelim» dedi. O tarihte Fehmi Usta’nın atölyesi Beşiktaş’taydı. Kalktık yürüyerek oraya gittik ve sohbetimize atölyede devam ettik. Gerek Cemil Bey’e dair, gerekse birçok başka müzisyen hakkında, ciddi analizler yaptı. Bu sohbetin kaydını kâğıda geçirip yayımlamak boynumun borcudur.

2013-2018 arasında yaptığım radyo programlarını takip ediyordu. Bir ara nerdeyse her Cumartesi, programım bitince telefon ediyor, ruh okşayan iltifatlar ediyordu. Hele programda bir Münir Nureddin Selçuk kaydı dinletmişsem, «Beni ağlattın yine» diyordu. Ben de her fırsatta Münir Bey’in kayıtlarına yer vermeye gayret ediyordum. Refik Fersan’ın taksimlerini yayınladığım programdan sonra da aramış ve «Ne büyük üstatmış, iyi ki yayınladın bu kayıtları» demişti. Aynı mealde sözleri Kemal Niyazi Seyhun ve Ruşen Kam programlarından sonra da söylemişti. Çünkü o Ruşen Kam’ı yaşı ilerlemiş ve artık çalmayı bırakmışken tanımış[6], Kemal Niyazi Bey’in ise önemli hiçbir kaydını dinlememişti.

İki yıl önce ona çok yakın bir eve taşındık. Gelip üst kattaki atölyemi görmek istedi. Benim için bundan büyük gurur olabilir miydi? Asansörden dördüncü katta inince, atölyemin bulunduğu beşinci kata ancak merdivenden çıkılabiliyordu. O sıralarda merdiven çıkacak durumda değildi. Ama ben onu sırtıma alıp çıkarmaya hazırdım. Ne yazık ki, bu ziyaret gerçekleşmedi.

Yaşlı, genç pek çok ziyaretçisi oluyordu. Ziyarete gelen, kemençe çalan biriyse o hemen tanburunu veya lavtasını alıyor, beraber bir şeyler çalmak istiyordu. Ziyaretçi başka bir saz çalıyorsa bu defa o kemençesini alıyordu. Onun hayatında musikinin ve resmin ne kadar büyük yer tuttuğunu bu son yıllarda çok yakından gördüm.

Çoğu zaman salonuna girdiğimde onu, portatif müzikçalarında Münir Nureddin Selçuk’un veya Cemil Bey’in bir CD’sini dinlerken buluyordum. Ben gittiğimde müzikçalar faal değilse, bir süre sonra sehpanın üzerindeki CD’lerden birini cihaza koymamı istiyordu. Bu CD ya Cemil Bey’indi, ya Münir Bey’in.

Bir gün Niyazi Sayın’ın telefonuna gönderdiği kayıtları dinletti bana. Bunlar, sadece ikisinin icralarıydı. Ney ve kemençeyle çalınmış saz eserlerinin yanı sıra, Niyazi Bey’in kemençe eşliğinde okuduğu sözlü eserler de vardı. «Bu kayıtlar senin arşivinde bulunmalı, al bunları» diyerek onları benim kendi telefonuma aktarmamı istedi. Bir gün de Paris’ten Kudsi Erguner’in gönderdiği CD’deki ud ve tanbur kayıtlarını dinletti. Bunları daha önce duymamıştım. Bana onları da verdi. Ama son zamanlarına damgasını vuran iki şey vardı: Biri Cemil Bey’in kaba kemençeyle ud eşliğinde çaldığı –Aziz Dede’nin– Uşşak Saz-semâîsi, diğeri, yakında açacağı bir sergi[7] için hazırladığı çeşit çeşit Cemil Bey portreleri. Şaşırtıcı bir enerjiyle bu portreler üzerinde çalışıyor, öteden beri yaptığı gibi, bitmiş sayılabilecek bazı resimleri yeniden sehpasına koyuyor ve üzerinde köklü değişiklikler yapıyordu.

Bir ziyaretimde onu elinde kendi kitabı Sanatı Yaşamak ile buldum. Yeniden okumuş, yazdıklarını beğenmişti. «Bunların okullarda okutulması gerekir. Sen bunu yaparsın.» dedi. Tabii bu benim boyumu aşan bir istekti. «Evet, Millî Eğitim Bakanlığı’na tavsiye etmek gerekir» gibi bir şeyler geveledim. Bunu vasiyeti gibi görüyorum, yerine getirmek için elimden geleni yapacağım.

Bir müzisyen için, hele bir kemençe sevdalısı için, Cemil Bey’in zamanında yaşamamak, onun çalışını yanında dinlememek, ellerini seyretmemek kadar elim bir mahrumiyet olabilir mi? Ama Allah bana bir teselli verdi: İhsan Özgen’i yakından tanıdım, muhtelif mekânlarda birçok defa onun yanında bulundum; hepsinden önemlisi saz çalışını yakından dinledim, seyrettim. Özellikle sol elini seyretmek, başka bir haz kaynağı idi.

Ne zaman evimden çıkıp caddeye doğru yürüsem, onun evine götüren sokağa bakıyor, onun o evde hâlâ resim yaptığını, müzik dinlediğini veya saz çaldığını düşünüyorum. Bu hayalim yıkılmasın diye o evin önünden geçmeye asla cesaret edemeyeceğim.


[1] Bir önceki yıl, ilk İstanbul Festivali’nde, aynı koronun Rumelihisarı’ndaki konserinde solist Niyazi Sayın’dı ve Necdet Yaşar ona eşlik etmişti.

[2] O konseri benden başka bir Allah’ın kulu kaydetmemiş olmalı ki bugüne kadar hiçbir arşivden, Mecnun gibi aradığım o kayıt çıkmadı maalesef.

[3] Ben misafireten başka hocaların dersine de giriyordum. Başta Bekir Sıdkı Sezgin ve Alâeddin Yavaşca olmak üzere, zaman zaman Erol Deran’ın da derslerini takip ettim.

[4] Fehmi Kılınçer, Necdet Yaşar’ın takdirini kazanmış, onun da ön ayak olmasıyle Radyo’nun karşısındaki bir sokakta atölye açmıştı. İstanbul’un farklı çevrelerinden müzisyenlerin uğrak yeri halindeki bu atölyede merhum Aka Gündüz Kutbay ile de çok vakit geçirmiştim.

[5] Fasıl programlarının kaydı saat 17 30’da başlardı. Çünkü TSM şefi merhum Abdullah Özman ve büroda memur olarak çalışan Abdi Coşkun’un da bu kayıtlara katılabilmesi ve ek ücret alabilmesi için normal mesainin bitmesi gerekiyordu.

[6] Radyo programım için evinde yaptığımız söyleşide, Ruşen Kam’dan bazı tavsiyeler ve tarifler aldığını söylemişti.

[7] Bu sergi maalesef sağlığında gerçekleşmedi. Muhtemelen önümüzdeki aylarda kızlarının girişimiyle o portreler sergilenecektir.

[*] Kapak fotoğrafı: Fikret Karakaya

Liked it? Take a second to support Fikret Karakaya on Patreon!
| 2021-02-28T15:56:44+03:00 28 Şubat , 2021|Genel|0 Comments

Yazar Hakkında: